Sunday, February 13, 2011

Neşet Günal (1923 - 2002)



Neşet Günal, (d. 1923 Nevşehir ö. 2002 ) Türk ressam ve öğretim üyesi.İlk öğrenimini Şereflikoçhisar’da, orta öğrenimini ise Nevşehir’de tamamladı. Nevşehir Belediyesi’nin bursu ile 1939 yılında, sınavlarını kazanarak girdiği ; şimdiki adı Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nden Leopold Levy’nin öğrencisi olarak 1946’da birincilikle mezun oldu. Akademiden mezun olduktan sonra, iki yıl Ankara Devlet Tiyatroları’nda Dekoratör olarak çalıştı. 1946 yılında UNESCO’nun Paris’te düzenlediği Modern Sanat konulu sergide, katılan Türk sanatçılar arasında yer aldı. 1948’de devlet bursu ile Paris’te “Ecole Nationale Supérieur des Beaux Arts”da Fresk uzmanlık öğrenimi gördü. Resim Çalışmalarını Fernand Léger Atölyesi’nde sürdürürken; Fransa, İtalya, ve İspanya’da inceleme gezileri yaptı. Rahatsızlığı nedeniyle üç yıl değişik hastahanelerde tedavi gören sanatçı 1954 yılında yurda döndü.“Çoğu Anadolu insanı gibi benim de doğum günüm belli değil. Bağbozumunda dünyaya gelmişim, Nevşehir’de. Yı1: 1923 (1339)
Babam Nevşehir ilçesinden, anam Aksaray’ın Camili Ören köyündendir. Ailenin geçimi bağcılık üzerinedir. Toprak verimsizdir. Altı yaşında, ailenin geçim yükünü hafifletmek için, Koçhisar’daki büyük babamın yanına çağrıldım. Ilk öğrenimini Koçhisar’da yaptım. Tatil aylarında annemin yanına gelirdim. Ortaokul öğrenimini büyükbabamın yardımı ile Nevşehir’de yaptım. Bu dönemde resim vazgeçilmez bir tutku oldu benim için. Yaptığım işlerin çevremde uyandırdığı ilgi de bana güç veriyordu. Fotoğraf büyülterek kazandığım üç-beş kuruşla, içinde bulunduğum yoksulluğu gidermeye çalışırdım. Ummadığım bir olay oldu: Öğretmenlerimin gayreti ve resme olan yeteneğim karşısında belediye “reisinin” duyduğu anlayış kaderimi değiştirdi. Nevşehir Belediyesi’nin sağladığı ayda 13 lira yardımla Akademi’ye resim öğrenimi için yollandım. Yıl: 1939, yaş: 16. Benim için yeni bir yaşam, yeni bir dünyanın başı.
İkinci Dünya Savaşı da patladı.

Akademi çok yabancı geldi bana; arkadaşlarımla aramdaki yaş ve çevre farkının ezikliğini duydum başlangıçta. Hocalarım ve özellikle L. Lévy’nin gösterdiği ilgi beni kurtardı, güven kazandırdı. İyi ve başarılı bir öğrenci olduğum söylendi.

Yoğunlaşan savaş, yaşamı da günden güne güçleştirirken babam öldü; anam, iki küçük kardeşimle yalnız kaldı. Eve destek olmam gerekiyordu. Akademi öğrenimim de yoksulluk içinde geçti. Bir yandan para kazanmak, bir yandan kendi kendimi yetiştirmek, bir yandan da resim öğrenmek sorumluluğumu bir arada sürdürdüm.1946 yılında bitirdim Akademi’yi.İlk açılan Avrupa sınavını kazandım. 1948’de Fransa’ya “Duvar resmi ve Fresk öğrenimi”ne yollandım.”

“Akademi’de öğrencilik dönemim İkinci Dünya Savaşı’nın etkisi ile oluşan, sanat ve kültür sorunlarına da yansıyan çelişkin bir ortamı kapsar. Bu çelişik ortamda bir sınıra kadar tartışılabilen sorunları izleyebilmek, gerçekleri görebilmek, anlayabilmek başlıca tasam oldu. Özellikle edebiyat ve resimdeki yeni girişimlere ilgi duydum. Bize öğretilenlerle çevremde oluşanlar arasındaki çelişkiyi değerlendirerek kendi kendimi yetiştirmeğe çaba gösterdim. Hocamız L. Lévy’nin öğretim biçimi, zamana göre ileri ve bir kuşak üzerinde çok olumlu izler bırakmış olmasına karşın gene de kısıtlı bir görüşü, tutucu bir yöntemi içerirdi. Bunu daha sonra anlayabildim. 0 zaman bizim için olumlu yanı, eleştiri ve değerlendirmelerinde bağnazlığa düşmemesi ve belli değer yargılarından hareket etmesini bilmesi idi. Doğaya tutkunluğunu Fransız geleneğine uygun olarak bir öğretim yöntemi haline dönüştürmüştü. Bilinen formülü, “doğanın en büyük öğretici olduğu” formülünü uyguladık hep. Bu bizi “doğayı taklit yolu ile resim öğrenmek”e götürdü. Doğayla bilinçli bir ilişki kuramadım. Doğanın gerçeği ile resmin gerçeği arasındaki ayrımı sonraları anlamaya başladım. Doğanın verilerini yorumlayarak biçimlendirme yöntemini oluşturabilmek olanak dışı idi. Çok beğenilen bir öğrenci olmama rağmen "birşeyIer"in eksik olduğunu görürdüm. Resmin biçimsel sorunlarının gerektirdiği yetkinlik yoktu işlerimde. Son yıllarda bir Gauguin röprodüksiyonundan sarının nasıl daha sarı gösterilebileceğini, uyum ve teknik olarak keşfettiğimde heyecanlanmıştım...
Bir aşamadan sonra kendi işimi kendim yapmam gerektiğini anladım. 1948’de bu hava içinde gittim Paris’e. Ustaları gördüm yakından. Bazıları hayal kırıklığı, bazıları hayranlık yarattı. Fransız toplumu, fransız insanı için de aynı şey oldu. Sanırdım ki bu kültür düzeyine ulaşmış bir toplumdaki kişi de gene belli bir düzeyin kişisidir, daha aşağıda olamaz. Tersine, tutuculuğun, gericiliğin ilginç örneklerini orada gördüm. Her karşılaştığım olay biraz daha koşullanmışlıktan kurtulup kendi gerçeğimize yaklaşmamı sağladı. Paris’te resim çalışmalarımı başlangıçta Lhote’un atelyesinde sürdürdüm (çalışma programı gereği). Bir uyum sağlayamadım, ayrıldım oradan. (Ekolcü öğretime bir allerjim vardır). Bir ara kendi kendime çalıştım. Öğrenecek ve uygulayacak çok şey olduğunu biliyordum. Ustalardan bunları sağlamağa çalıştım. Yaptığım işlerin aktarma değil de, benim yeteneklerime en yakın sentezler olmasını istiyordum. Bir çok işler çıktı ortaya; bu sürede anladım ki, yaptığım resimler entelektüel girişimlerden öteye gitmiyor, bir çeşit zorlama oluyor. Bu çabalarda desen tarafımın ağırlığını gördüm. Hem yararlı olur, hem de atelyenin olanaklarından yararlanırım umudu ile Léger’nin öğrencisi oldum. 0 sırada yapıtlarını inceliyor, özellikle figürlü işlerini seviyordum. Bu kez hiç korkmadan Léger esprisine yaklaştım ama taklide götürmedim. Yaptığım işleri birkaç defa gösterdim, beğendi. Nedenlerini bildiğim için aldatmadı bu beğeni beni. Benim için önemli olan Léger’yi anlamak ve tanımaktı. Anlatım yöntemlerini benimsedim, kendime yakın bulduğum için. Ama bu katıksız plastik oluşum bana yabancı idi.
Fransa’da bulunduğum senelerde sanat, sanatçı, sanatçının toplumdaki yeri ve sorumlulukları üstüne etraflıca düşündüm ve öğrendim. Tek kurtuluş yolunun “bize özgü” olanı bulabilmek olduğunu da öğrendim. Yurda dönüşümde (1954) sanat ortamını karmaşık buldum. Ne yapmam gerekli olduğunu biliyordum. Bir süre Léger’den aldığım biçimsel anlatım yöntemlerini geleneksel Doğu Sanatı’nın verileri ile uyuma sokarak, biçimde ve özde Doğu Sanatı’nın akılcı ve üslupçu yanını özümlemeye çalıştım. Fakat işin başında biçimsel bir kısır döngüye gireceğimi de biliyordum. Resimde insan’ı temel unsur alma gereğine iyice inandım, tek çıkış yolu bu idi. Fakat inanarak, içtenlikle, insanı insan olarak yaşayarak. (Bu duygu benim bütün öğrenim dönemimde ağır bastı). Entelektüel çabalarla oluşturduğum işlerde, her şeyi ile kusursuz da olsa, gene de eksik olan “birşeyler”in olduğunu görürdüm.
1960’lardan sonraki resimlerimde geriye düşme risklerini de omuzlayarak “anlatımı” baş ilke edindim. Yaşam çabalarını, tasalarını, acılarını, yoksulluklarını yaşadığım “Toprak adamları”nın gerçeğinde kendi gerçeğimi yeniden buldum. “Çağdışı” dediler. “Sefalet edebiyatı” dediler, aldırmadım; doğru değildi. İddiam yoktu; yaptığım resmi yaşamanın rahatlığı içindeydim. Güncül ve uydu girişimlerin ağır bastığı bir dönemde sorunlarımı çözmüş, sanatçı olarak bu toplumdaki sorumluluğumun katı sınırlarını çizmiştim. Önce içinden geldiğim toplumsal ve doğal ortamdan ayrı düşemezdim. Bu ortamın kişiliğimde oluşturduğu “duyarlık” çevremle ilişkide hareket noktası oldu. Ve gene, içinden geldiğim toplumsal ortamın yaşantısını biçimlendiren sınıfsal sorunların etkisi altında olmam doğaldı. Ben bu ortamın ürünü olarak toprak adamlarının yaşamını ve psikolojisini biçimlendirmek çabası içindeyim. Resim sanatının bir “anlatım sanatı” olduğu temel ilkesinden hareket ederken, amaçIadığım anlatımın “biçim” zorunluluğunu da beraber getireceğini, anlatımın somut niteliğinin ancak biçim yolu ile belirlenebileceğini bildiğimi söylemek isterim.
Toprak adamının gerçeğini inanarak, yaşayarak, duyarak vermek istedim. Eğer bu gerçeğe resimsel bir nitelik kazandırabilmişsem, sade bunda “inandırıcı” olabilmişsem, öz-biçim uyumuna yaklaşmışım demektir. Gerçekten kopmak biçimsel bir kısır döngüye girmek olur. Sanattaki gerçeğin “insan ve toplum gerçeği” olduğuna inanıyorum. Başından beri sanatın toplumsal bir işlevi olduğuna inandım. Sanatın yararlılığı ile gerçekliği arasında yakın bir ilinti var... Değişken olana karşı oldum. Dural kalmanın olanak dışı olduğunu bildiğim için... Gereksemesiz her atılım olumsuz bir değişkenliği sonuçlar. Değişkenlik yenilenmek değildir: oluşum önemli...”

No comments:

Post a Comment